İçeriğe geç →

BLONDE – İNCELEME

Andrew Dominik, önceki 3 uzun metraj filmiyle (Chopper, The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford, Killing Them Softly) kendine has tarzı olan yönetmenlerden birisi. Yaşına kıyasla az filmi oluşu acele etmediği anlamına geliyor, bu durum da filmlerinin içindeki yoğunluğu arttırmakla kalmıyor, çoğu zaman her sahnedeki her kareye bile kafa yorulmuş bir ürün çıkarıyordu netice olarak. Bu yüzden, önceki filmlerini de referans alarak, yaklaşık 5 yıl önce geliştirmeye başladığı Blonde filmi için de fazlasıyla umutluydum. Venedik Film Festivali’nde aldığı karmakarışık yorumların, izleyiciyi ikiye bölen bir filmi işaret ettiği barizdi. Seveni delicesine sevmiş, nefret edeni de tıpkı Lars von Trier’e sık sık yapıldığı gibi fazlasıyla sert, yıkıcı ve nefret dolu bir şekilde üstünden geçmişti filmin. Bu da, provokatif sahneler barındıran filmlere karşı özel bir merak duyduğum için beni daha da heyecanlandırmıştı. Nihayetinde Blonde, amaçlandığı gibi bir Netflix özel yapımı olarak sonunda karşımıza çıktı ve genel izleyiciden aldığı yorumlar da tıpkı Venedik’te aldığı yorumlar gibiydi. Seveni çok sevmiş, nefret edeniyse fazlasıyla öfke dolmuştu.

Peki Blonde neden böylesine bir ikilik yaratmıştı sinema dünyasında? Özellikle bir Netflix ürününden bu kadar zıt, yoğun eleştiriler alması beklenmezdi. Hele bir de konu, tanıyan tanımayan, gören görmeyen, adını üç gün önce de duymuş olan, hayranı da olan Marilyn Monroe olunca, böylesine sert eleştirilerin odağına filmin oturtulmuş olması eşine pek rastlanır bir durum değildi. Tamam, tüm biyografik filmler, özellikle de zamanında çok popüler olan ve çok sevilen, ardından da trajik bir şekilde ölen ünlülerin olduğu filmler, güzel olmayabiliyor ancak bu kadar da nefret edilmiyordu. Sıradan, basit, özensiz bir film denilip geçiliyordu. Ancak Blonde, eleştirilerin niteliğini de yükselterek nefret çıtasını entelektüelite ile birleştirip kendisine yeni bir nefret kitlesi yaratabilecek kadar radikal kararları içeren bir film miydi gerçekten? Şahsen cevap verecek olursam, gerçekten de öyle bir film.

Biliyoruz ki medyanın hunharca kullanmaktan çekinmediği bir şey de, fazlasıyla popüler insanların ani ve trajik ölümlerinden sonra onları birer ikon haline getirmek, metalaştırmak ve insani tüm özelliklerini soyutlayıp bir tanrı/tanrıça formuna bürüyerek onlar üzerinden materyal yaratıp insanları tüketime teşvik etmek. Kurt Cobain olsun, Heath Ledger olsun, Amy Winehouse olsun, hatta yerel çapta Barış Akarsu olsun… Hepsi trajik ölümlerinin ardından yaşamlarında elde edemedikleri kadar üne kavuşmuşlardı. Kendilerinin adını duymayan insanlar bile onlara hayranlık beslemeye başlamış, ölümlerinin ardından ağıtlar yakmış ve yas yarışına girmişlerdi. Çünkü bir ünlü ölümü aslında tüketim toplumu için bir sürü materyali de beraberinde getiriyordu. Bu insanların ölümleriyle ilgilenilmiyordu, ölümden önceki hayatları sadece romantik birer masal haline dönüştürülüyordu. Hatta bununla bile yetinilmiyor, bir de ölümleri üzerine komplo teorileri yazılarak aslında onları gerçekten anlamanın yolları da bir bir kapatılıyordu. İşte Marilyn Monroe’ya yapılan da tam buydu. Marilyn Monroe çok güçlü bir kadın. Marliyn Monroe bir zamanların güzellik ikonu. Marilyn Monroe bir tanrıça. Marilyn Monroe tamamen kusursuz bir yaratıktı ve bu dünyaya fazlaydı. Marilyn Monroe intihar edemezdi çünkü o dünyanın en mutlu insanıydı. Sürekli mutluluk saçıyordu… Eğer intihar dendiyse kesin intihar süsü verilmiş cinayettir o… Falan filan. Andrew Dominik’se tüm bunların tam tersi istikamete giden ve bu yüzden de Marilyn’in eski, yeni, bir günlük, bir saatlik bütün hayranlarının tepkisini çekmekten korkmayan bir kurgusal biyografi inşa ediyor ve aslında temelinde şu soruyu soruyor: Marilyn’in ölü bulunduğu yatağında onu gördüğümüz o yıkıcı ana, onu ne getirdi?

Eğer Marilyn Monroe hakkında derinlemesine bir araştırmaya dahil olma niyetiniz yoksa onun hakkında yazılı/görsel medyada rastlayacağınız bilgiler alışıldık ve ezberedir: Marilyn Monroe zamanının güzellik tanrıçası, mutluluk abidesi ancak Hollywood tarafından ezilip sömürülmüş, hak ettiği değeri asla görmemiş ve bu yüzden de günden güne eriyip bitmiş, sonunda da (yüksek ihtimalle!) öldürülmüş bir ikon. Bunlar gerçekten de Marilyn Monroe’yu tanımlayan şeyler. Doğru, Marilyn Monroe gerçekten çok güzeldi, hayata farklı bir bakışı vardı, Hollywood ona gerçekten canice şeyler yapmıştı, sömürülmüştü, depresyona sürüklenmişti… Sonunda da hayatı ne yazık ki bitmişti. Ama bu, Dominik için fazlasıyla sığ bir bakış olmuş olacak ki, o Marilyn Monroe’yu anlatmak için bir belgesel atmosferinde, tamamen rasyonaliteye sığınan ve muhafazakar, derin sularda gezinmeye korkmayan ve ödül avlayan bir kurgu tercih etmek yerine, Monroe’yu bir ‘insan’ olarak ele alıyor ve bunu yaparken de kamerasını 1950’lere taşımakla kalmıyor, tüm zihniyeti ve senaryosunu da bu yılların tonunda inşa ediyor.

Blonde, Marilyn Monroe’nun yıkıcı ve travmatik çocukluğuyla açılıyor. İleri derecede mental problemler yaşayan ve Monroe’nun da zamanında Arthur Miller’a anlattığı gibi kendi çocuğunu birkaç kez öldürme teşebbüsünde bulunacak kadar akıl sağlığını yitirmiş bir anneye sahip olan Monroe’nun daha küçük yaşlarda, ergenliğe bile girmemişken travma üstüne travma geçirdiğini görüyoruz. Sonrasında da başarısız bir evliliğin ardından, bedenini ön plana çıkardığı bir olayla keşfedilişinin ardından Hollywood’un kapıları kendisine açılıyor. Ailesinden kendisine miras kalan travmaların üzerine, hiçbir zaman tanıyamadığı babasının hayaleti de Monroe’nun üzerinde dolaşırken, Dominik’in de tabiriyle 2 saat 47 dakika boyunca “olayların ve görsellerin yarattığı çığ”ın içerisinde bir deneysel, kurgusal biyografik kurguya şahitlik ediyoruz. Yeri geliyor olaylar Dominik’in gözünden yeniden yorumlanıyor, yeri geliyor olayların kronolojik öyküsü bozuluyor, yeri geliyor Monroe hakkında asla bilemeyeceğimiz bazı gerçeklerin üzerine tahminler yürütüyoruz. Tüm bunların yanında da şu bir gerçek ki, Blonde başından sonuna kadar bir yönetmen filmi olduğunu bizlere ardısıra sahnelerde bıkmadan yeniden belirtiyor.

Bu noktada Dominik, yazının başında da belirttiğim gibi izleyiciye kolaylıkla yapabileceği gibi istediği şeyleri vermiyor. Hatta tam tersine, biraz Trier’ce bulduğum bir tarzla biraz da provoke ederek hikayesini çarpıtıyor, bozuyor ve yeniden yaratıyor. Aslında bunların özünde anlatmaya çalıştığı şeyin açık olduğunu görebiliyoruz: Monroe, ölümünün ardından yapıldığı gibi bir tanrıça değildi. O da fazlasıyla kırılgan, travmalara sahip, rüzgarda savrulan ve Hollywood’un yamyamlarının arasında sıkışıp kalmış bir insandan ibaretti. Bedeni üzerinden kendisine atfedilen seks ikonu imajı sayesinde kendisinin bile hayal edemeyeceği bir üne kavuşan Monroe’nun yaşadıklarını bir ayakta kalış, direniş ya da güçlü kalmanın öyküsü olarak yorumlamak kolay olanıdır elbette çünkü bunlar sığ sularda yüzmekle aynı anlama gelir. Dominik’se bunun tam tersi şekilde düşünerek, Monroe’yu yıkıma sürükleyen olayların ne olduğunu irdelemek istiyor ve bunu da sürreal bir tonun içerisinde, fazlasıyla kişisel ve yoruma açık sahnelerle gösteriyor.

Filmi çok ağır eleştirenler, filmi Marilyn Monroe’nun tıpkı 1950’lerde sömürüldüğü gibi şimdi de sömürülmesi olarak yorumluyor genel itibarıyla. Fazlasıyla kırılgan görünen, bedeniyle popülerleşmiş ve bir cinsel obje haline getirilmiş Monroe gördüklerini, Dominik’in de bu Monroe’yu, ölüsüne saygısızlık edecek şekilde abartılmış, dramatize edilmiş ve arabeskleştirilerek bir ajitasyon fantezisine çevrilmiş olarak anlattığını öne sürüyorlar. Bu elbette Blonde’yi izlerken görmenizin mümkün olduğu bir yorumlama. Ancak ne kadar objektif ve isabetli? Çünkü Marilyn Monroe ister gerçekten kırılgan birisi olsun, ister çok güçlü bir kadın olsun, ister bir seks objesi haline getirilmiş olsun, ister mutlu ve klas bir kadın olarak görülmüş olsun, ister çocukça bir zihniyetle aksettirilmiş olsun, ister olgun ve bir o kadar da kültürlü bir kadın olsun, dönemin medyası, yapımcıları, hayranları ve izleyicileri tarafından gaddarca kullanılıp atılmıştı. Dolayısıyla Monroe’nun bu yaşadığı travmatik olayların ardında güçlü ya da güçsüz oluşunun ne önemi kalıyor ki? Dominik bunu gösterebilmek için aslında filminin tüm teknik yapısını döneme ışınlayıp bizleri gerçekten de 1950’lere götürebilmeyi başarabiliyor. Gerek Ana de Armas’ın ses kurgusu olsun, gerek oyunculukların fazlasıyla mimik ve jest barındırması olsun, gerek diğer karakterlerin fazlasıyla ‘over-acting’ içerisinde oluşuyla olsun, Blonde aslında kamera olarak 1950’lerde yaşayan ve yetişkinliğini bu dönemlerde geçiren bir insanın gözlerini kullanıyor. Monroe tam olarak o dönemde insanların onu gördüğü şekliyle yansıtılıyor.

Çünkü Monroe kiminle konuşuyor olursa olsun, ne kadar nitelikli cümleler kuruyor olursa olsun, kültürünü, bilgisini ve birikimini ne kadar diyaloglarına aksettiriyor olursa olsun insanlar ona o şekilde bakmıyor. Hatta onu en çok anlayan insan olduğu söylenen Arthur Miller bile, Monroe ile ilk sahnelerinde, Monroe’dan beklemediği şekilde derinlikli cümleler kurduğunu görünce bu cümleleri kimden öğrendiğini ona soruyor, onu aşağılıyor ve değersizleştiriyor. Yine aynı şekilde, bir oyuncu seçmesinde Monroe Dostoyevski’den örnekler verirken, “Dostoyevski de okuyormuş, vay vay vay” tarzında alaycı yaklaşımlara maruz kalıyor, Monroe’yla yalnızca kalça, meme, fizik olarak ilgileniliyor ve Hollywood nesnesi olarak da bu fiziksel özellikleriyle ön plana çıkarılıyor. Film boyunca Monroe’yu gereğinden fazla çıplak, objeleştirilmiş olarak gördüğümüz eleştirisine de katıldığımı söyleyemem. Çünkü Monroe, bizzat kendisinin de sıklıkla dile getirdiği gibi bir arzu objesiydi ve bu yer çekimi kadar gerçekti. Dolasıyla Marilyn Monroe’yu anlatan bir filmde, Monroe’nun çıplaklığının ve fiziğinin ön plana çıkarılması gayet doğal, zira yaşadığı dönemde Monroe’nun da bu konuyla alakalı bir problemi yoktu. Hatta günümüzde de böyle bir problem olmamalı, ancak yazının başında da dediğim gibi, konu ikonlaştırılmış ve tanrı haline getirilen vefat etmiş ünlülere gelince, onları hayallerimizde olduğu gibi görmemek bizi tahrik ediyor olmalı.

Dominik, rüya-gerçek birbiri içine giren, yer yer halüsinatif, yer yer gerçekdışı kurgusuyla Monroe’nun iç dünyasını anlamaya çalışıyor. Yalnızca Monroe’nun kendisinin bilebileceği olayların nasıl olabileceğiyle alakalı çıkarımlar yapmaya çalışıyor, onu intihara sürükleyen travmatik olayların yıllar üzerinde Monroe’yu nasıl ve ne şekilde etkilediğini irdeliyor, bunu yaparken de fazlasıyla talepkar bir hayran kitlesinin sürekli patlayan flaşlar eşliğinde Monroe üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu bizlere göstermek istiyor. Bu film sade ve duru bir anlatıma sahip, ödül için gün saymayı bekleyen ve suya sabuna dokunmayan bir biyografi olsaydı Monroe’nun iç dünyasına girme konusunda hiçbir zahmete girmeye gerek kalmazdı. Ancak Dominik bunların hiçbiriyle ilgilenmiyor olacak ki, Monroe’yu yeri geliyor fazlasıyla kırılgan göstermekten ürkmüyor, yeri geliyor Monroe’nun çıldırışlarına anlam getirmeye çalışıyor, yeri geliyor fazlasıyla sürreal sahnelerle bilinçaltı tasavvurları yaratmaya çalışıyor. Çünkü nihayetinde Monroe da bir insandı ve iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla, olduğu gibi bir insandı ve mükemmel değildi. Ve belki de Monroe’nun anısına saygısızlık onu tanrıça haline getirmekle, olmadığı birisi gibi göstermekle, bir ikon, figür haline getirmekle oluyordu. Tıpkı Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’nda dediği gibi: “Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak, sonra da sanki öyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?” Ya da film üzerine yapılmış bir söyleşide Andrew Dominik’in bizzat kendisinin dile getirdiği gibi: “Blonde Marilyn Monroe’ya dair yazılmış diğer her şey gibi bir kurtarma fantezisi aslında. Bunun bir kurtarma fantezisi olduğu fikrine karşı çıkanlar bile Marilyn’i benden kurtarmaya çalışıyor demektir.” (Altyazı Dergisi’nde yer alan söyleşiden alıntı)

Tüm bunların yanında, Dominik bir provokatif karara daha imza atıyor ve filmini fazlasıyla stilize edilmiş sahnelerle donatıyor. Monroe’nun uğradığı kurgu/şüpheli gerçek tacizler, tecavüzler, şiddetler Dominik’in önceki filmlerinde de fazlasıyla iyi yaptığı gibi iyi kotarılmış sahnelerle tasvir ediliyor, sinematografik olarak güçlü ögelerle donatılıyor. Bu stilize edilmiş, sinematografik olarak iddialı şiddet ve travmatik sahneler filmin özellikle bir Netflix filminden beklenmeyecek şekilde NC-17 (17 yaş ve üzeri) sınıflandırılmasına sebep oluyor. Şahsen bu kararı da yadırganacak bir tercih olarak görmüyorum. Zira sinema bir görsel anlatım diliyse, gerçekten travma barındıran ya da izleyiciyi rahatsız etmesi beklenen sahnelerin fazlasıyla stilize ve hedeflenen etkiyi izleyicide bırakacak şekilde teknik anlamda donatılmış olmasında bir sakınca yok. Blonde da bu tarz sahnelere fazlasıyla ev sahipliği yapıyor ve kimine göre bu sahneler de Monroe’nun anısına saygısızlık oluyor. Çünkü yazı boyunca tekrar tekrar yinelediğim gibi, özellikle böyle popüler kişilerin ikon haline getirilmesinden sonra onların yaşadıklarını “biliyor gibi yapmak” bizlere yetiyor. Bu tarz rahatsız edici sahnelerle empati yapmak yerine kafamızı kuma gömmek bizlere daha huzurlu geliyor. Çünkü Monroe ne kadar acı çekmiş olursa olsun, bizim onları görmemize gerek yok. (!) Ancak Dominik böyle düşünmüyor olacak ki, Monroe’nun yaşadıkları / ya da yaşadığını tahmin ettiği şeyleri anlatırken bize Monroe’nun hissettiği gibi hissettirmeyi istiyor. Çünkü ancak o zaman gerçekten anlayabiliriz.

Sözün özü, Blonde, fazlasıyla provokatif, slow-burn, hayal, kurgu, fantezi ve gerçeğin iç içe geçtiği, Monroe’nun bilinçaltının içinde gezintiye çıktığımız ve bunu yaparken de 1950’lerin fazlasıyla bencil, çıkarcı, acımasız ve sömürgeci Hollywood’una o dönemlerde yaşayan bir insanın gözüyle bakıyormuş gibi şahitlik ettiğimiz bir kurgusal biyografi. Özellikle de Monroe’yu yıllar boyunca olduğu gibi fazlasıyla basit, kolaya kaçan şekilde bir ikon olarak değil de, gerçekten var olduğunu hissettiğimiz bir şekilde anlatmaya çalışan, sırtını tamamen gerçekliğe dayamadan imgesel, bilişsel ve ‘gerçekten’ anlamaya çalışan bakışla, cüretkar ve tavizsiz bir şekilde gösterme teşebbüsünde bulunan Dominik’in de dediği gibi: “Karakterimin pasif olduğu fikrine katılmıyorum. O sadece etrafındaki insanlardan çok daha farklı şeylere ilgi gösteriyor ve önem veriyor. Onun başkaları tarafından ilgi görmeye ihtiyaç duyduğunu, birinin onu kurtarmasını beklediğini düşünüyorum. Ve hayatındaki her insanla bunun pazarlığını yapıyor. Kendisini, travmaya maruz kalmış o çocuğu kurtarmak istiyor. Çocukluk dönemindeki karşılanmamış ihtiyaçları onun için çok önemli. O kadar kırılgan bir benliğe sahip ki, karşılaştığı her durumu atlatmaya çalışıyor yalnızca. Tüm hayatı sevgi karşılığında yapılan değiş tokuşlardan ibaret.” (Altyazı Dergisi’nde yer alan söyleşiden alıntı)

Puan
  • 8/10
    Yönetmenlik - 8/10
  • 7/10
    Senaryo - 7/10
  • 8/10
    Kurgu - 8/10
  • 9/10
    Oyunculuk - 9/10
  • 8/10
    Sinematografi - 8/10
8/10
Sending
User Review
0/10 (0 votes)

Kategori: Film İncelemeleri İncelemeler Uncategorized

Yorumlar

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir