İçeriğe geç →

ALEF – İNCELEME

Türk yapımlarına olan ilgimin diğer sinemalardan bir tık daha önde olduğunu fırsat buldukça dile getirmişimdir. Birçok sebebi olmakla beraber sanırım en baskını daha içimizden olması. Elbette ki beğenmeyen ve eksik bulanlar olabilir; zaten herkesin beğendiği şey sanat olmaz ama yine de özellikle son zamanlardaki çoğu işin gerçekten kaliteli olması göz ardı edilmemeli.

İçimizden olmasından kastım izlerken çevremizden bir şeyler bulabilmemiz ve kültür uyumu. Her gün görebileceğimiz ve hatta gördüğümüz tipleri izleyebilmenin daha gerçek gelmesi ve izlerken daha çok keyif vermesi. Bu; dizi ya da filmin kendi içinde oluşturduğu dünya değil. ‘Böyle okul olmaz’, ‘bu nasıl emniyet’ ya da ‘bu nasıl bir hastane düzeni’ tarzı yorumlar biraz temelsiz. Çünkü izlediğimiz şey tamamıyla bir kurgu ve bu şekilde düşünülüp izlenmeli. Hiçbir yapım yüzde yüz gerçek kurumları yansıtmak zorunda değil, öyle olsa zaten işin içinden çıkılmaz. Her yapımın başında ‘kişi ve kurumların gerçek hayattakilerle ilgisi yoktur’ yazısının konmama sebebi de muhtemelen zaten kimsenin bir kurguyu gerçeklikle bağdaştırmayacağının düşünülmesi. Bazen ters tepse de genelde izleyici olarak artık daha iyi adapte olduk gibi.

Kültür uyumu ve içtenlik daha çok senaryo ve oyunculukla ilgili bir iş. Karakterler arasındaki diyaloglar, onların sırıtmayan hareketleri, yavaş yavaş derinleştirilmeleri yapımı daha kaliteli kılan önemli unsurlar. Alef’te eksik olan temel nokta da kararsız kalınmış ve son anda toparlanmaya çalışılmış gibi duran senaryo olduğu için asıl olarak senaryoya değinmek istedim.

Kalan kısım diziyle ilgili spoiler içerebilir.

Alef, bu yılın nisan ayında 8 bölüm şeklinde piyasaya sürülmüş FX ve BluTv ortak yapımı bir mini dizi. Polisiye, mistik, gizem türündeki dizi birçok noktasıyla diğer internet dizisi kategorisindeki dizilerden ayrılmayı başarırken bazı noktalarıyla da maalesef hayal kırıklığı yaratıyor.

Dizinin yönetmeni, daha önce de Tepenin Ardı filmini incelediğim Emin Alper. Tepenin Ardı’nı belki yönetmeni çok başarılı bulduğumdan objektif bakamayarak fazla abarttığımı düşünen eleştiriler tabi ki gelmişti. Fakat anlatmak istediğini biraz da izleyenin kendi kafasına bıraktığı halde bir yandan da sadece izleyici odaklı çekilmemesiyle Tepenin Ardı; her şeye rağmen tıpkı diğer Emin Alper filmleri gibi birinci sınıf bir kalitede. Alef de başarısının büyük bir kısmını zaten başlı başına Emin Alper’in yönetmenliği ve Ahmet Sesigürgil’in sinematografisine borçlu.

Öncelikle gerçekten harika bir yönetmenlik, harika bir renk paleti ve harika müzik kullanımı. Bu konularda (özellikle renk ve müzik) kimseyi kolay kolay yanına yaklaştıramadığım ve birçokları tarafından fazla sevilmese de muhteşem bir yetenek olan N.W.Refn’in tarzına benzeyen bir iş. Özellikle ilk bölümlerdeki ev ve kanlı küvet Neon Demon ve Too Old To Die Young yapımlarını hatırlatmadı değil. Yönetmenlik, sinematografi, ses-müzik ve sahne tasarımları gerçekten çok iyi olsa da diziyi bunların bile zar zor toparlayabileceği bariz bir açık da yok değil.

Üstünde daha fazla çalışılmadığı için mi yoksa bir kültür karmaşası sebebiyle mi olduğunu anlayamadığım başarısızlık; senaryo ve ne kadar çabalanırsa çabalansın biraz sığ duran ve derinleşmeye çalıştıkça öncekinin üstüne koymayı başaramayan kurgu. Biraz cepten yiyen bir hali olmuş sanki dizinin. Aslında yönetmenlik muazzam, en büyük problemlerden biri olan 45 dakikaya bölüm sığdırma işi de oldukça iyi halledilmiş. Fakat maalesef bariz olarak başarısız bir senaryo var ortada.

İlk bölüm hakkını vererek sertçe giriş yapan bir pilot oldu. İkinci bölümde çatırdamalar başlasa da fazla dikkat çekmedi fakat sonradan dahil olan karakterde mutlaka bokluk çıkar mantığıyla giren Yaşar karakteriyle ilk firesini veren dizi; ilerledikçe kendi içinde boğulmaya başladı.

Aslında başta trans cinayetlerine, azınlık haklarına, haksızlıklara, katliamlara ve aile ilişkilerine odaklanacakmış gibi durdu. Fakat ilerledikçe çok daha ağır ve asırlardır süregelen bir konuya girmesiyle gizem dozunu çok fazla arttırmayı hedefleyince biraz yolunu şaşırdı. Buna rağmen mistiklik son ana kadar korundu ve dizi işlediği konu bakımından çok fazla yere dağılmış olmasına rağmen düşe kalka da olsa nispeten başarılı şekilde bitmeyi başardı.

Bu tip işlerde filler-doldurucu bölümleri severim çünkü karakterleri çok daha iyi tanımamızı sağlar. Fakat Alef, karakterler arasındaki çatışma ve bu çatışmanın bile temelde ortak noktaları olabileceği fikrini sanki biraz yansıtamadı. Kemal karakterinin İngiltere’den gelmesinin altında daha modern ve detaycı analizci bir portre oluşturulurken; Settar karakteri daha sert ve kendi yöntemleriyle ilerleyen bir halde sunuldu. Her türlü farklılıklarına rağmen aslında ortak acılara sahip olmaları şeklinde temellendirilmeye çalışılan kısım ise açıkçası havada kaldı. Bu da karakterleri hem bağlayamamamıza hem de anlayamamamıza sebep oldu.

Senarist ve yaratıcı olarak ismi geçen Emre Kayış’ı da bu diziyle tanıdım. Oldukça donanımlı ve bilgili olmasına rağmen senaryodaki eksikliğin sebebi sanırım hayatının bir bölümünü İngiltere’de geçirmiş olması. Bu da Atiye dizisindeki yabancı diyalogların Türkçeye çevrilme olayı gibi bir duruma sebep oldu. Daha sert ve gelenekçi olarak ilerleyen dizi her yerde belirtilen ‘beni şaşırtıyorsunuz dedektif’ tarzı replikler ve Vikipedi temelli zorla seyirciye verilen bilgilerle sanki arafta kalmış imajı verdi. Herkesin dilinde olan o repliğin kesinlikle dizide senaryo gereği dalga geçer tarzda olmadığı da Melisa Sözen’in oyunculuğundan belliydi.

Bu olmamış ve gerçekten uzak diyalog ve senaryo işini; başarılı emektar bir oyuncunun iki farklı yapımdaki sahneleriyle anlatmanın daha iyi olabileceğini düşündüm fakat maalesef Alef’teki sahneyi internette bulamadım. O yüzden onu yazıp diğer örneği link olarak koymak istedim. Bahsettiğim ilk sahne; hastanede Ercan Kesal’ın kalp ameliyatıyla ilgili inanılmaz saçma detayları polis olsalar bile doktorlara göre halk sayılan insanlara vermeye çalıştığı an. Bu anı daha da batıran sahne Kenan İmirzalıoğlu’nun bilgileri anlamaya çalışan karakteri; toparlamaya çalışan ise Ahmet Mümtaz Taylan’ın canlandırdığı Settar karakterinin doktoru susturması. Burada Settar muhtemelen kısa kesen gelenekçi, lafı ağza tıkayan tarzda betimlenmek istenmiş fakat herkesin içinden geçeni yaparak tam tersi şekilde sahneyi kurtardı. Diğer sahne ise bir başka muazzam yapım olan Bir Zamanlar Anadolu’da filminde yine Ercan Kesal’lı muazzam muhtar sahnesi. Bir Zamanlar Anadoluda’nın senaryosunu Ceylan ve Kesal’ın beraber yazdıklarını ve Kesal’ın senelerdir bu işin içinde olan bir usta olduğunu düşunürsek; bu senaryoya bir şeyler katmadan direk kabul edip oynaması biraz tuhaf. Evet kendisi Alef’in senaristi değil belki ama yine de bir durup düşünmedi mi acaba dedim. Alef’teki sahneyi ve muhtar sahnesindeki diyalogların gerçekçiliğini aynı oyuncu üzerinden izlemek bu durumda gerçekten iyi bir senaryoyu ortaya sermek açısından oldukça iyi bir örnek.

Diyalog yazmadaki en büyük problem de hiç şüphesiz kitap dili. ‘Bunu bu şekilde planladım’ tarzı daha doğal diyaloglar yerine ‘elbette ki bunu bu şekilde planlıyordum’ tarzı cümleler konuşma dilinde biraz fazla göze batıyor. Kenan İmirzalıoğlu’nun ayarlayamadığı vurguları ve iyice şiirselleşen diksiyonu ile Melisa Sözen’in eğreti diyaloglarının karşısına Ahmet Mümtaz Taylan’ın bariz yetenekli halini koyunca işler daha da garipleşiyor. Çok fazla küfür edilmesine takılanlar olmuş sanırım, beni bu konuda rahatsız eden tek şey şiirsel bir salon erkeği konuşmasının karşısında duran fazla doğallık. Karakterleri konuşma biçimlerinden karşılaştırmak amaçlanmış olabilir ama bu maalesef istenileni pek fazla verememiş.

Kurguda cinayet kanıtlarının biraz fazla basit şekilde karşımıza çıkması hem iyi hem kötü. Açıkçası finali izleyip katil ve motivasyonunu gördüğüm an; aslında beklenilen ve gösterilen kadar karışık ve köklü olmayan cinayet sebebiyle ortada acemice bırakılmış kanıtlar biraz mantıklı geldi. Belki bilerek o şekilde yapılmıştır; belki de bilmeden. Senaryonun geneli sebebiyle bir çıkarım yapmak zor olsa da doldurucu bölümlerde de olayı çözmek ve her şeyi birden finalde açıklamak yerine, seyirciyi aksak da olsa işe dahil edebilme açısından başarısız gelmedi. Yine de daha zor bulunan şekilde sunulabilirdi ya da ‘deus ex machina’ şeklinde birden beliren şahitlerle hızlı şekilde ilerlemeyebilirdi. Mesela Yaşar’ın kolyesi bir diyalogla gözümüze sokulmak yerine sadece boynunda görmemizle fark edilen bir detay olabilirdi. Ya da Kemal ve Settar buldukları delilleri daha detaylı araştırsaydı 5.bölümde bulunan bir şey zaten 3’te filan öğrenilebilecekti. . Yönetmenlikteki ufak tefek hataları başta Scorsese tarzı şizofreniyi tanıtma temelli sansam da abartmayıp hata olduğunu fark ettim. Bahsettiğim sahne de Müfit Kayacan’ın köşkteki sigara sahnesi.

Sonuç olarak dizinin tek eksiği senaryo. ‘Berbat bir senaryo yüzünden mahvolan bir iş’ olarak nitelendirmekse biraz fazla acımasız. Yönetmenlerimizin aslında dünya çapında olduklarını görmek açısından mutlaka şans verilmesi gereken bir iş. Polisiye kısmı biraz iddialı olmuş. Tabi ki çok daha iyi ve toparlanmış bir halde sunulabilirdi. Ama bu haliyle de oldukça başarılı bir iş.

  • 8/10
    Yönetmenlik - 8/10
  • 9/10
    Sinematografi - 9/10
  • 7/10
    Oyunculuklar - 7/10
  • 8/10
    Müzik - 8/10
  • 6/10
    Diyaloglar - 6/10
  • 6/10
    Kurgu - 6/10
  • 6/10
    Senaryo - 6/10
  • 8/10
    Dekor - 8/10
7.3/10

Kategori: İncelemeler Dizi İncelemeleri

Tek Yorum

  1. Pradyumna Pradyumna

    Zaman zaman Seven filmini andıran bir dizi, yabancı sinemadan aldıklarının kenarlarını fazla kırpmamış. Dizinin dışında No Country for Old Men filmiyle ilgili düşüncelerini de merak etmiyor değilim Zeynep.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir