İçeriğe geç →

MINDHUNTER 1.SEZON – İNCELEME

David Fincher’ın işlerini beğendiğimizi bilenler bilir. Arada tek tük başarısız filmleri olsa ve insanlar arasında genelde Fight Club ile tanınsa da neredeyse bütün çalışmaları oldukça başarılı olan ve halihazırda belki de en yetenekli Hollywood yönetmeni diyebileceğimiz bir yönetmen. Mindhunter da onun dizi projesi.

Mindhunter’dan önce hemen her türlü işe imza atsa da temelinde karakter ve durum inceleyen, diyalogları ve kamera açılarını mükemmel kullanıp çok basit bir sahnede bile birden fazla duygu hissettirmeyi başarabilen bir tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Artık klişeleşmiş 25.kare tekniğinden ya da filmlerindeki -ki bu film özellikle Fight Club olarak akıllarda yer etmiş- sübliminal mesajlarından bahsetmiyorum, o konuda da iyi fakat Stanley Kubrick’in filmlerini izlediğiniz zaman normal seviyede kalıyor.

David Fincher uyarlama senaryo çekmeyi seven biri, bu açıdan da yine Stanley Kubrick’e benzetebiliriz. Fight Club, Gone Girl, The Curious Case of Benjamin Button, The Girl with Dragon Tattoo örnek olarak verilebilir.

Bütün başarılı işlerinin içinde çok farklı bir yere koyduğum film kesinlikle Amerika’nın ünlü ‘zodiac katili’ni anlattığı Zodiac filmi. Film o kadar karanlık, o kadar çaresiz ve o kadar gerçekçi ki; bir adamın hırsı ve gerçeği bulma isteğini bu kadar iyi anlatabilecek çok az yapım vardır. Zodiac’ın bir diğer öneminin de kesinlikle Mindhunter için Fincher’a ilham kaynağı olması olduğunu düşünüyorum.

Mindhunter; mükemmel jeneriğinde de okuyabileceğiniz gibi John E.Douglas ve Mark Olshaker’in 1995’te yayınladıkları ‘Mindhunter: Inside the FBI’s Elite Serial Crime Unit’ isimli kitabından esinlenerek yapılan bir suç temalı drama dizisi. Bu kitabın öncülü ise 1992’de Robert Ressler ve Tom Shachtman tarafından yazılan ‘Whoever Fights Monsters: My Twenty Years Tracking Serial Killers for the FBI’ isimli kitap (Robert Ressler ve John Douglas FBI’de kriminal psikoloji ve profil çıkarma dalında önemli çalışmalar da yürütmüştür).

Yapım; Holden Ford ve William Tench isimli iki FBI ajanı ve davranış bilimleri uzmanının gerçek seri katillerle görüşmeler yaparak onların profillerini çıkarma ve gelecekteki suçların önüne geçebilecek araştırmalar yapmalarını anlatan bir psikoloji dizisi. Holden Ford, John Douglas’tan; William Tench ise Robert Ressler’dan esinlenilmiş.

Projedeki üçüncü ortakları Dr. Wendy Carr ise Dr. Ann Wolbert Burgess’ten esinlenilmiş. Yani dizide polislerden tutun katillere kadar her şey tamamen gerçek.

Dizi teknik açıdan neredeyse kusursuz denebilecek kalitede. FBI koridorları, ortamda var olan ışıklandırmalar ve fazla yapaylık olmaması, kamera açıları, araba ve uçak sahneleri inanılmaz gerçekçi ve kusursuz çekilmiş. En fazla akılda kalan sahnelerden biri olan Holden ve konuya müdahil olup kovdurduğu okul müdürünün karısı arasında geçen konuşma anında iki karakterin birbirine olan uzaklığı, fiziksel bir saldırı ya da tehlike olabileceğine dair önce yalnızca Holden’ı aşağıdan alırken kadraja kadının gövdesinin tamamını sokan kameranın açısı çok iyi. Daha da iyi olan ise bir saldırı ya da kavga olmayacağı mesajını veren asansör ve kadının adeta hemen kaçmak istercesine asansör düğmesine hızla basması. Düğmeye ilk basıştan sonra kavga durumu olmayacağına tamamen emin oluyorsunuz ve kamera daha yavaş, aşağıdan ya da karanlık çekmek yerine Holden’ı ışığın altına doğru sürüklemeye başlıyor. Sorgu sahnelerinde hapishaneden gelen uğultular, evlerin dizaynı, sigara detayları ve arabalar da oldukça iyi. Dönem dizilerinde sevmediğim ve dizilere ön yargıyla yaklaşmamı sağlayan en önemli şey; o döneme ait olmadığının, zorlama olarak günümüzde çekildiğinin belli olması. Fakat Mindhunter’da kesinlikle böyle bir hata yok.

Renk paleti gri, mavi tonları. Kırmızı, sarı ve alt renkleri genelde barlarda, Debbie’nin evinin olduğu sahnelerde ya da seyirciye mutlu olarak yansıtılmak istenen sahnelerde kullanılmış.

Genel anlamda sisli ve soğuk bir hava hakim. Yol okuluna gidilirken ya da hapishanede otururken soğuk ortam oldukça belirgin. Özellikle Ed Kemper’ın sorgu sahnelerinde Kemper’a tam acıyacak gibi olduğunuz durumlarda bir şekilde yeniden gerçeğe dönüyorsunuz. Bu da Kemper’ın kim olduğunu yeniden hatırlamanıza ek olarak ortamın soğukluğundan kaynaklanıyor sanırım.

Final bölümünde Holden’ın hastane koridorunda koştuğu sahnedeki çekimleri de belirtmeden geçmek istemiyorum. Odada Kemper’la konuştuğu sahne ve koridorda koşup yere düşüşü oldukça gericiydi.

Senaryo ve konu çok sağlam. Olay sahasında koşturmacanın içinde olmadan ve çatışma dolu aksiyon sahnelerini bize bir kere bile izletmeden bu kadar sürükleyici olabilmesi de David Fincher’ın başarısı sanırım. Psikoloji bilimi başlı başına mükemmel ve ilginçken Fincher’ın bakış açısından, Sherlock gibi ele ayağa düşmeden ve sığlaşmadan izleyebilmek bir ayrıcalık haline gelmiş. Dizi o kadar gerçekçi ki; kendisini insanüstü bir varlık gibi gösterip mümkün olmayacak abartı bir yeteneğe sahip olan Sherlock gibi eğreti karakterler barındırmıyor, fiziksel kanıt ve bulgulardan öte; kişilik özelliklerinden yola çıkarak hiç görmeden bile üzerindeki kıyafetiyle bir katili tahmin eden polisler var.

Oyunculuklar ve canlandırdıkları karakterler çok iyi. İlk bölümden sezon finaline kadar bizimle beraber olgunlaşan ve her şeyi gözümüzün önünde, teknikleri bize öğreterek yapan; her zaman kim olduğunu bilen ve hep daha fazlasını isteyen bir Holden Ford var. En baştaki çuvallamalarının üstüne sürekli çuvallamaya devam eden fakat yılmayarak herkesin olmak istediği bir karakter haline gelen ve inanılmaz donanımlı olan Holden gerçekten harika. Seri katillerle ilk buluşmasındaki korkaklığı ve son buluşmasındaki ustalığı arasında dağlar kadar fark var. Ben, başına buyruk davransa ve grubu anlaşmazlığa sürükleyecek yöntemler benimsese de hep Holden’ın doğru kararlar verdiğini düşündüm. Seri katillerinkine çok benzeyen düşünce yapısı, olmak istediği kişi olmak için gösterdiği çabasına rağmen hala aslında olduğu kişinin korkularını yok edemeyerek ya da bastıramayarak bana kalırsa televizyon tarihinin en gerçekçi karakterlerinden birini ortaya çıkarmış. Kız arkadaşının baskıcı tavırları ve zekası altında ezildiğini düşünen, güçlü kadınların altında ezilen seri katillerin hikayelerini duyan ve annesiyle olan anılarını anlatırken çekinen Holden’ın evrimi o kadar sağlam işlenmiş ki; hata yapsa bile sonuçları doğru yerlere çıktığı için ona kızmak imkansız bir hale geliyor. Holden’ı oynayan Jonathan Groff’un da yeteneği tartışılmaz.

William Tench, Holden’a her alanda esin kaynağı olan ve onun yeteneğini ortaya çıkarmak için sonuna kadar arkasında olan deneyimli bir davranış bilimi uzmanı. Holden’da olan istek ve azimin çoğu onda yok; fakat deneyimleri ve zekasıyla kesinlikle sahip olmak isteyeceğiniz bir ortak. Bill’in esinlenildiği Robert Ressler de profil çıkarma tekniğiyle birçok suçluyu yakalaması ve ‘seri katil’ kavramını literatüre aldırmasıyla davranış bilimleri içinde oldukça iyi tanınan başarılı bir FBI ajanı.

Dr. Wendy Carr, başlarda çok sevdiğim fakat dizi ilerledikçe olmasa da olur şeklinde düşünmeme sebep olan davranış bilimleri uzmanı ve eğitimci rolünde. Başlarda Bill ve Holden’la harika ortak olmuşken incelemesinin sonuçları ve çıkarları için fazla hassas davranması benim hoşuma gitmedi; fakat genel anlamda ikinci sezonda da olması gerektiğini düşündüğüm sağlam, güçlü ve başarılı bir karakter.

Debbie bu dizide sevmediğim tek karakter diyebilirim. Brenda Chenowith özentisi, aşırı zeki bir karakter olarak yazılmaya çalışılmış fakat zeki kadın ile itici kadın arasındaki fark tam olarak kavranamadığı için başta neyse sonda da o olan ve hiçbir şekilde derinleşmeyen, karakter olmaktan çok boşluk doldurması ve Holden’a odaklanılmasını sağlayan bir tipleme olmuş.

Yol okulundaki polisler ve yardımcı karakterler de oldukça başarılıydı.

Dizinin belki de en önemli yanı ise, bahsi geçen ve proje kapsamında konuşulan katillerin hepsinin gerçek seri katiller olması. Edmund Kemper gerçekte nasılsa, ropörtajları oldukça derin incelenmiş ve birebir şekilde diziye aktarılmış. 136 IQ’ya sahip, ailesel travmalar sonucu psikolojik olarak sorunlu hale gelen Kemper’ı diğerlerinden ayıran en önemli özelliği ise kendini bilerek yakalatması olmuş.

Dizideki diğer katiller, yani Monte Rissell, Jerry Brudos, Richard Speck ve Darrell Gene Devier de gerçek seri katillerdir. Bölümlerin başında gösterilen, elektrikçide çalışan gözlüklü Kansas City’li adam de bir başka seri katil Dennis Rader. Onun hikayesinin de ilk bölümlerde çözülemeyen kadın ve oğlunun cinayetiyle başladığını ve ikinci sezonda da devam edeceğini düşünüyorum.

Dizide beğenmediğim bazı noktaları da söyleyeyim. 10 bölüm boyunca çoğu zaman Dostoyevski romanı gibi harika bir havada izlediğimiz dizi ortalarda genel olarak bilgisayar oyunu formatında hareket etti ve bölümleri doldurmak için kullanılan çok fazla ‘filler’ sahne vardı. Yol okuluna git – mahkumla görüş – cinayet çöz üçlüsü bir ara rutin olarak her bölümde yapıldı ve bu, diziyi biraz sıradanlaştırdı. Holden’ın karakterindeki bazı ani sıçrayışlara da anlam veremedim. Ekip arasındaki anlaşmazlıklar ve sonradan ekibe dahil olan karakter de oldukça gereksizdi. Dennis Rader’in hikayesini her bölümde gösterdikleri için onun da çok fazla sürpriz olmayacağını söyleyebilirim.

Bunlar dışında mutlaka izlenmesi gereken, True Detective’nin ilk sezonu tadında sürükleyen, insanı psikoloji bilimi alanında ilerlemeye ve çalışmalar yapmaya heveslendiren, son derece gerçekçi ve başarılı bir David Fincher eseri.

  • 9/10
    Yönetmenlik - 9/10
  • 9/10
    Sinematografi - 9/10
  • 9/10
    Senaryo - 9/10
  • 9/10
    Oyunculuklar - 9/10
  • 8/10
    Kurgu - 8/10
  • 9/10
    Kostüm-Dekor - 9/10
  • 8/10
    Müzikler - 8/10
  • 10/10
    Diyaloglar - 10/10
8.9/10

Özet

+Yazdığım olumsuzluklar haricinde kült olabilecek bir başyapıt.

Kategori: İncelemeler Dizi İncelemeleri

Yorumlar

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir