İçeriğe geç →

STRANGER THINGS – İNCELEME

Stranger Things’i uzun zamandır duyan biriydim. İyi, kötü, over-rated, under-rated, Eleven, Mike, yeni sezon, retro, Stephen King ve daha nicesi.. 2016’nın yaz aylarında Netflix orijinal yapımı olarak yayın hayatına başlayan Stranger Things yayınlanan 8 bölümlük ilk sezonuyla her yeri alt üst etmiş, yönetmen ve senarist Duffer kardeşlere inanılmaz bir ün kazandırmıştı. Başlarda Duffer kardeşler tarafından Black Mirror tarzı antoloji dizisi olarak yapılması düşünülen dizi daha sonradan karar değişikliği sonucu şu anki haliyle yayınlanmış. İlk sezon finalinden sonra ‘ikinci sezon son sezon olabilir’ haberleri çıkan dizi şu an 3 ve 4.sezon onaylarını da almış durumda fakat 4.sezon gerçekten dizinin son sezonu olabilir. Bu beni üzer mi emin değilim çünkü 2.sezonun bile birinciye göre biraz zorlama olduğunu düşünen biri olarak iki sezonluk konuyu nasıl üretecekler emin değilim.

Ben Stranger Things’i izlemeye geçtiğimiz hafta başladım. İlk sezonu üç, ikinci sezonu da iki günde izledim. Aslında tam tersi olması gerekiyordu çünkü ilk sezon o kadar harika o kadar mükemmel geldi ki; asıl onu daha kısa sürede izlemeliydim. Resmen bitmesinden korktum, o derece beğendim.

Şimdi hep birlikte 80’li yıllarda geçen ünlü dizinin konusuna kısaca bir bakalım.

Hawkins’te aileleriyle beraber yaşayan Mike, Will, Dustin ve Lucas adlı 4 çocuk, çok sevdikleri strateji oyunlarını geç saate kadar oynadıktan sonra, Mike’nin evinden kendi evlerine dönerlerken Will yolda gördüğü bir yaratık tarafından evine kadar kovalanır. Karşı koymaya çalışmasına rağmen canavar tarafından kaçırılan Will; annesi, abisi çok sevdiği arkadaşları ve kasabanın polis şefi dahil olmak üzere herkesi seferber eder. Herkes birbirinden bağımsız şekilde kendi yöntemleriyle Will’i ararken, Mike, Lucas ve Dustin’in ormanda bulduğu Eleven isimli kız tüm dengeleri değiştirmek üzere Hawkins’e gelir.

İlerleyen bölümlerde, Eleven’ın Hawkins deney laboratuvarından kaçırılan 11 numaralı denek olduğunu öğreniriz. Eleven telekinetik güçlere sahiptir ve bu da onu tanıyan ya da tanımayan herkes için bir hedef tahtası haline getirir. Mike tarafından evde korunan Eleven’ı Dustin ve Lucas başlarda sevmez; fakat Eleven yeni arkadaşlarına bağlanmış ve onları korumaya kendini adamıştır. Aralarında çıkan birçok kavgaya rağmen her seferinde yeniden bir araya gelmeyi başarırlar. Hawkins Laboratuvarı Eleven’ı ararken o da Mike ve diğerleriyle birlikte Will’i aramaya başlamıştır. Bir süre sonra Will’in sonradan sahte olduğunu anlayacağımız cesedine ulaşan polis şefi Hopper tüm çabalarına rağmen Will’in annesi Joyce’yi cesedin Will’e ait olduğuna inandıramaz. Çünkü Joyce Will’in varlığının haberini bir şekilde Will’in kendisinden almıştır.

Konumuz özet olarak ailesi ve arkadaşları tarafından aranan kayıp bir çocukla ilgili. Bu da bana bir zamanların ünlü filmi Stand By Me’yi hatırlattı. Zaten dizide eski kült filmlere çok fazla gönderme var. Bu benim hoşuma gitti. Göndermelerin çoğu üstü kapalı çoğu da çocukların hayranlığı şeklinde önümüze sunulmuş. Duvarlardaki film posterleri, çocukların oyuncakları, kitapları, kıyafetleri mükemmel detaylar barındırıyor.

Çocuklar o kadar heyecanlı ve kıpır kıpır ki; arkadaşları kayıpken aramaya karar vermeseler işte o zaman gerçekten tuhaf olurdu. Önlerine çıkan hiçbir engele takılmadan, kavgalara aldırmadan her bölüm Will’i aramayı sürdürdüler. Normalde dizilerde bir sezonda 12 bölüm varsa bunun yaklaşık 5-6’sı boştur. Bir iki tanesi bölümler arası geçiş sağlar ve son iki üç bölümde de olaylar heyecanlı bir hal alır. İlk sezon ve pilot bölümü çok sağlam olan diziler ise benim kafamda hep tehlikelidir. İleriki bölümler ve sezonlar için beklentim o kadar yükselir ki; beklentimim bir tık altında yapılsa bile büyük ihtimalle diziden nefret ederim. En bariz örneği ise Twin Peaks. O kadar sevemedim ki eleştiriyi bitirmek için bile izleyemiyorum. Stranger Things ilk sezon o kadar iyi bir giriş yaptı ki; kendi kendime sonraki sezon bunun üzerine nasıl çıkacaklar diye sorup durdum. Normalde dizilere olması gereken şey; çekilen her sezonun bir öncekinden çok daha tatmin edici olması gerekliliği. Dizinin amacı zaten budur bana kalırsa. Bunu başaran tek dizi de sanırım Braking Bad. Sezon ve bölüm puanları hemen hemen hiç düşüşe geçmeden her sezon düzenli şekilde yükselen neredeyse tek dizi. Ciddi bir emek.

Stranger Things’in ilk sezon bölümlerinde de her bölüm bir öncekinden güzeldi. Hiç boş bölüm yoktu. Ergen kavgası sahneleri bile iki dakikadan uzun sürmedi ve herkes yapması gereken görevin her zaman farkındaydı. Diziyi neden sevdiğimi soracak olursanız ben de bilmiyorum. Çok güzel, çok başarılı ama nedenini çözemiyorum. Çünkü her bölümde neler olacağı, sezonun nasıl biteceği o kadar belliydi ki; bana mindblowing yapan hiçbir sahne yoktu. Buna rağmen çocukların yılmayışı, acemiliklere rağmen mükemmel oyunculukları ve sahnelerin çekimleri o kadar kaliteli ve güzeldi ki sevmemem imkansız hale geldi.

Demogorgon dedikleri canavarın çekim sahneleri ya da Will ve Barbara’nın kaçırılışından sonraki upside-down sahnelerinde kameranın aşağıdan girişi meraklandırıcı olmuş. Zaten genel anlamda bana kalırsa daha çok çocuk dizisi kıvamında olduğu için gerilim korku sahneleri bir şekilde yumuşatılmış. Duvardan fırlayan Demogorgon ya da upside-down’un soğuk mavi havası oldukça güzel. Demogorgon’un Batman v Superman’deki Doomsday’dan daha korkunç olduğu aşikar. Yeri gelmişken; Eleven’ı bir kenara bırakarak konuşuyorum (ki o da sonuçta 12 yaşında korkak bir çocuk) Mike, Dustin, Lucas, Hopper, Joyce, Steve, Nancy ve sümsük Jonathan bile Justice League üyelerinden daha tatminkardı. Hopper cesurdu, Joyce zekiydi. Steve ve ‘ekibi’ zaten ablak Flash’ten bile daha hızlı hareket etti.

Bu ekibi olduğu gibi alıp DC evrenine koysak ciddi söylüyorum yer yerinden oynar. En azından ana kutuyu almayı aralarından biri başarırdı, uçamasalar bile.

Her iki sezonda da meşhur bir arazi ve içinde beklenilen eski otobüs vardı. İlk sezonda o otobüste bekleme sahnesi havalı çekilmiş; telsizle haberleşme klişesine ve çocukların kurtarılacağını bilmeme rağmen heyecanlandım.

Zaten dediğim gibi ilk sezonda hiçbir şekilde ters köşe olmazsınız (gerçi ikide de pek olmazsınız). O kadar çocuksu bir gerilime sahip ki; Will’in yaşadığını bilmemizden sonra gösterilen Will’in cesedinin bulunması sahnesi var. Amaç belki de seyirciye göstermekten öte çocuklara göstermek ve onların kendi aralarındaki sorunlara odaklanmaktı. Çünkü ilk sezondan beri dizi zaten seyirciyi dışarda tutmadı ve farklı koldan çalışma yürüten bir başka ekip konumuna getirdi. Bunu büyük oranda çekimlerin sağladığını düşünüyorum. Kameranın alttan gelişi ve tek sekans ya da hareketi izleyen sahnelerde Demogorgon oldukça ürkütücü olmuş. Barb’ın havuza çekilişi de iyidi.

Yönetmenlik güzel, bir de bonusu var: sinematografi. Justice League’deki boynuzlu Steppenwolf’un ortaya çıkışı ya da Superman’in bıyıklarını silmedeki bebeksi efektlere inat olarak Stranger Things ürkütücü renklerdeydi; mavinin soğukluğu ve kırmızının yakıcılığı mükemmel sunuldu. Refn kadar iyi renk kullanmalarını ya da Speilberg, Nolan efektlerini beklemiyoruz zaten hiçbir yönetmenden, ama Stranger Things izleyiciye saygı duymuş ve her şeyi kaliteli yapmış.

Mantık hataları ve saçmalıklar elbette var. Bir sürü. Bir kere ortada canavara sapanla taş atan çocuklar var. Bunu yavaş çekimde gösterip bizi etkilemesini beklemek aptallık. Ama çocuk işte deyip geçtim.

Atmosfer genelde karanlık. Ama Zack Snyder gibi karanlık yapmak uğruna kör bir siyaha boyanmamış. Gördüğünüz gibi çocukların suratı seçilebiliyor. Upside-down’a geçiş de Sucker Punch’ta olduğu gibi utanç verici değil. Cidden şimdi fark ettim, bu diziyi izlerken çok fazla utanmadım bu iyi bir şey.

80’lerde yaşamadım ama o dönemlerin aynı böyle olduğuna eminim. 80’li yılları çekerken kasıntılıktan ölen yönetmenlere, dekor için alakasız abartı şekilde sunulan ortamlara inat Stranger Things olabildiğince samimi ve gerçekti; Duffer’ları tebrik etmek gerek. Sonuçta bundan yalnızca 20 sene öncesinden bahsediyoruz, 120 değil. O zamanlarda da araba var, müzik var, film var, oyun var. Atari salonu efsane. Sanki günümüzde varmışçasına kaliteli. Nostaljik göstermek için yıkık dökük, eski bir dekor yapmak yerine modern bir 80’ler havası vermeleri harika.

İlk sezon her şeyiyle harikaydı. Gayet basit -canavar tarafından kaçırılma- konusuyla, ortaya çıkan süper güçlü çocuk ve onda deney yapan laboratuvar klişesiyle, meraklı, tatlı ama bela çocuklarla bile o kadar orijinaldi ki; hiç bitmesin istedim. Her bölüm bir olay yaşandı ve hiçbir sahne boş geçmedi bana kalırsa. Şimdi 2.sezona bakalım ve sonra da karakterlere geçelim istiyorum.

İkinci sezon beklentilerimin altında kalsa da 2 günde bitirdim. Bu sezon herkesin farklı kollardan uğraştığı işler daha da arttı. Eleven, Hopper tarafından saklandı, Will upside-down’a zihnine hapsoldu ve diziye yeni karakterler katıldı.

Bu sezon da az bölümdü fakat boş ve bağlama bölümler vardı. Keşke ikinci sezonla ilk sezon tam ters olsaydı. İlk sezon çok heyecanlı ve hareketliyken ikinci sezon durağan olarak ilerledi. Eleven’a ayarlanan kız kardeş çok zorlama şekilde ortaya çıktı. Başı da sonu da belli olmayan şekilde 8 numaralı denek olarak diziye katıldı fakat hikayeye hiçbir katkısı olmadı. Eğer amaç Eleven’ın gerçek evinin değerini anlamasıysa onun için başka karakterler de yazabilirlerdi. 8 numaranın geliş amacının 3.sezona hazırlık olduğunu düşünmekten başka bir fikrim yok.

Eleven 8.bölümde eve döndü ama keşke bunu önceden bilmiyor olsaydık. Yani keşke Kali’nin yanından ayrılacakken bize bir şeyler söylenmeseydi. Geri döneceğini zaten tahmin ederdik ama yine de daha dramatik olabilirdi.

Eleven’ın annesiyle ilgili konulan sahne de aşırı acele yazılmış gibiydi. Bir yıl boyunca kulübeyi araştırmayan kız son anda bulduğu kutuyla hiç plan program yapmadan yola çıktı.

Yeni sezonda herkes Bob karakterinden ters köşe beklerken beni şaşırtan Dustin’in çöpten bulduğu yeni evcil hayvanı oldu. Demogorgon’a dönüşeceğini hiç düşünmemiştim. O sahnelerde Dustin’in yaratığa bağlanmasına ve yaratık kedisini yediğinde verdiği tepkilere bayıldım. Ben de olumsuz bir şey yaşadığım zaman Dustin’le aynı tepkileri verdiğim için bana inanılmaz doğal geldi.

Bob’a da üzülmedim değil fakat çok gerekli bir karakter değildi; çıkması iyi oldu. Dizide ana karakterlerin çevresinde biraz iyi kalpli olan her insanı sırlarına dahil etmeye çalışma olayının biraz abartıldığını düşünüyorum. Joyce Bob’a sormasa Will’in çizimlerini Nancy veya diğer çocuklar da çok rahat bulabilirdi bence. yeni karakterlerin tek amacı ikinci sezona yenilik katmaktı sanırım.

Will’in gördüğü Demogorgon hayalleri ürkütücü sayılabilirdi. Çekimler ve renkler bu sezonda da oldukça etkili kullanılmış. Beni hayal kırıklığına uğratan sadece düşman oldu. Geçen sezon tek bir canavarı yok ettiler fakat bu sezon yüzlercesi geri geldi. Sezonlar birbirinin devamı şeklinde olsa anlam verebilirdim fakat aradan bir yıl geçti ve o süre zarfında hiçbir şey olmadı. Birden bir yıl sonra o kadar canavar getirmek biraz saçmaydı diye düşünüyorum.

Biraz yeni karakterlere bakalım. Max gereksiz, Billy aşırı gereksiz, Kali ve Bob da ortalama seviyede gereksizdi. Max zorla ergenlerin arasına sokulan ve arkadaşlar arasında paylaşılamayan bir kızı canlandırdı ama olmasa da olurdu. Sezondan çıkardığımızı hayal edersek bence hiçbir kayıp yok. Billy de son derece gereksizdi. Dayak yediği için üvey kardeşine eziyet eden asi sorumsuz abi. Max ve Billy’ye bir temel ve geçmiş yazmak istediler ama o da olmadı, ikisi adına da üzülemedim. Nedensiz şekilde Lucas’tan nefret etmesi de umarım 3.sezon için hazırlıktır, çünkü gerçekten çok garipti. Bu arada Billy’nin de St. Elmo’s Fire filmindeki aynı adlı karakterden etkilenilerek yapıldığını tek fark eden ben değilimdir sanırım.

Upside-down konusunda detay verilmeden sadece ‘tamam var işte Will de ordadır’ denmesi çok kapalı. Oldukça gizli tutmaya çalışmanın anlamını çözemedim. Upside-down’un neden var olduğu ve neden insanların da yansımalarının olmadığının anlatılmaması bir süre sonra can sıkıcı hale geldi.

Hopper ve Joyce iki sezonda da koruyucu ebeveyn portresi çizdi. Joyce için ‘abartı tepkiler veren abartılı bir anne olmuş’ diyenler var fakat kadının çocuğu canavarlar tarafından kaçırıldı. Evet tarafından. Hopper’ın da her şeyi tek başına başarabileceğine inanarak hareket etmesi yersiz bir cesaret. Anladık polissin ama kendi deyiminle o kasabada yaşadığın en ağır olay; bir kadının kafasına saldıran kuş. Daha önce başka yerlerde başka olaylar da yaşamış olabilirsin ama canavar gördüğünü düşünmüyorum. Aptallığın gereği yok. Kızının ölümü sebebiyle Eleven’a bağlanması tahmin edilebilir bir durumdu. Bileklikten de anladık zaten.

Eleven.. Seviyor muyum sevmiyor muyum hala anlayamadığım bir karakter. Millie Bobby Brown çok yetenekli o kesin. Ama Eleven daha derin yazılabilirdi. Bir yıl bir kulübede boş boş oturmak yerine yeteneklerini geliştirebilirdi; ama yapmadı. Mike ve Eleven arasındaki bağ çok hoş. Çocuksu ama sevecen cinsten. Eleven onu kurtardıktan sonra daha yakın olmuşlardı. Dizinin başından beri çoğu karakterin Eleven’dan faydalanmaya çalışması bunaltıcı oldu. Terry’yle yaşadıkları da bende hala açık uçlu. Annesini hiç araştırmayan ve aniden gazete haberi bulup peşine düşen halleri zorlama olmuş. Ve de o kadar inandırıcı olay görmemize rağmen ben hala Terry’nin Eleven’ın annesi olduğuna inanamadım. Dediğim gibi senaryo o kısımlarda bana fazla sağlam gelmedi. Yine de Eleven dizinin olmazsa olmaz karakteriydi ve yeni efsane dizi karakterleri arasına öyle ya da böyle bir şekilde girdi denebilir.

Mike ilk sezonda inanılmaz bir karakterdi. Olgun ve ağırbaşlı halleri bazen gereksiz abartılsa da her şeyiyle her zaman göz önünde olmayı başardı. İkinci sezonda ilk sezondaki kadar aktif değildi. Daha anlamsız ve salakça hareketlerde bulundu ve Will’in yanında olduğu sahnelerde o kadar silik hareket etti ki olmasa da büyük kayıp olmazdı. Will’in yanındayken kimseyle haberleşmemesi de garipti. Joyce çok temkinliydi kabul; fakat Bob bile işin içine sokulduysa diğer çocuklar da aranabilirdi. Yine de Will’den hiç vazgeçmeyişiyle, arkadaşlarına olan güveni ve inancıyla iki sezonda da oldukça iyi bir iş çıkardı (söylemeden geçemeyeceğim, Finn Wolfhard oldukça sevimli; ama hala favorim Will).

Yukarıda da söylediğim gibi en yakışıklı dizi karakteri olan William Byers ilk sezon kaçırılması dolayısıyla ortalıkta gözükmese de ikinci sezon bunu telafi etti. Arkadaş grubunda sessiz sakin elemanı canlandıran Will’in Noah Schnapp’in oyunculuğundan öte karakterin yazımından kaynaklanan bir yavanlığı olduğunu düşünüyorum. Zihni upside-down’a hapsolduysa bunun sezonun başından beri hayal görmesinden daha ileri bir şekilde belirtilmesi gerektiği fikrindeyim. Bir sürü nöbet geçirdi ve hiç de normal olmayan bir iç dünyaya sahipti fakat çoğu zaman o kadar silik kaldı ki içinde kopan olaylara üzüldüğü sahnelerde bile bir sonraki sahnede çok normal hareket ettiği için etkilenemedim. Ama nöbet geçirdiği sahne ve delirdiği anlar başarılıydı.

Lucas’ın her arkadaş grubunda olması gereken mantıklı düşünebilen ve soğukkanlı kalabilen biri olduğunu düşünüyorum. Kaçırılan kişi Lucas olsa çok daha farklı bir senaryo olabilirdi ama o zaman da ekipte olmazdı ve işler şimdiki kadar iyi yürümezdi. Kız kardeşine de ayrıca bayıldım.

Böyle bir şey yok. Her sahnede istisnasız şekilde benim kardeşim olmadığı için inanılmaz üzüldüm. Bu eleman uzun zamandır dizilerde gördüğüm en komik karakter olabilir, açık ve net. İkinci sezonda resmen yıldız haldeydi ve Steve ile olan diyalogları herkes kadar benim de hoşuma gitti. Bazı yerlerde acemi oyunculuk sergilese de hiç umursamadım ve daha çok sahnesi olması için sürekli dua ettim.

Steve mükemmel bir karakter haline getirildi. Kendimi; son anda pislikten iyiliğe geçen bir karakter gördüğüm için anime izliyormuşum gibi hissetsem de sonuçta bu kısmen bir çocuk dizisi ve bu tip dönüşler gayet normal. Aklıma gelmişken Billy’den dayak yediği sahnede çocukların Billy’ye saldırmak yerine yalnızca Steve’ye tezahürat yapmaları saçma sahnelerin zirvesinde olabilir. Nancy ve Jonathan bence de beraber olmalıydı, çift halinde oldukça sümsükler. Steve daha iyilerini daha manyaklarını(!) hak ediyor. Nancy iyi olsa da Jonathan’ı görmeye bile dayanamıyorum.

Dizi; karakterleriyle, mükemmel arkadaşlıklarıyla, duvardaki tavşan posterini bile Alice göndermesiyle kullanmasıyla, adeta bir Stephan King romanı okuyormuş gibi olan havasıyla, mükemmel şarkılarıyla, oldukça basit olduğu halde anlamsız şekilde çok güzel olmasıyla,tek başına o strateji oyununun bile mükemmelliğiyle, 80’leri tüm havalılığı ve modernliğiyle tanıtmasıyla harikaydı. Her yapımın eksikleri olur. İkinci sezondaki düşüşün farkındayız ama umarım toplanmayı başarırlar.

3.sezonda bana kalırsa Kali, ‘papa’, ‘mama’ ve tabi ki upside-down üzerinden yürüyecek. Umarım bu Demogorgon saçmalığı çok fazla uzamaz ve daha adamakıllı düşmanlar izleriz. Lütfen artık herhangi bir yapımda amacı dünyayı ele geçirmeye çalışmak olan bir yaratık görmeyelim. Bu yapım Stranger Things olsa da. 3.sezon için beklemedeyiz ve aldığımız haberleri sık sık paylaşacağız.

 

 

 

 

 

  • 8/10
    Yönetmenlik - 8/10
  • 7/10
    Senaryo - 7/10
  • 8/10
    Sinematografi - 8/10
  • 8/10
    Oyunculuklar - 8/10
  • 9/10
    Kostüm-Dekor - 9/10
  • 7/10
    Kurgu - 7/10
  • 8/10
    Diyaloglar - 8/10
  • 8/10
    Müzikler - 8/10
7.9/10

Özet

+Oyunculuklar
+80’ler hvası
+İkili diyaloglar
+Orijinallik
-Zorla konu üretme
-Senaryo tutarsızlıkları
-İkinci sezonun beklenenin altında kalması

Kategori: İncelemeler Dizi İncelemeleri

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir